0.00 0

Sepet

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Alışverişe devam et
0.00 0

Sepet

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Alışverişe devam et

Bedenim Benimdir: Kadın Bedenine Yönelik Sessiz Tahakkümün Anatomisi

Bedenim Benimdir: Kadın Bedenine Yönelik Sessiz Tahakkümün Anatomisi

Kadın bedeni üzerindeki tahakküm, çoğu zaman sessizce işler. Bu yazı, o sessizliğin izini sürüyor.

Kadın bedeni hep onun dışında herkesin konuştuğu bir konu olmuş. Ona ne yapması gerektiği hep söylenmiş; nasıl oturmalı, nasıl gülmeli, nasıl giyinmeli, ne zaman doğurmalı, nasıl annelik yapmalı… Herkesin bir fikri var. Ama kadınların bu fikre karşı ses çıkarması çoğu zaman ya ayıplanmış ya bastırılmış ya da görmezden gelinmiş.

Ancak son yıllarda kadınlar kendi bedenleri üzerindeki tahakkümün farkına vararak, bu sessizliği bozmaya başladı. Bedenin mülk değil, biricik ve kişisel bir alan olduğunu yeniden hatırlamaya ve hatırlatmaya başladılar. Özellikle hamilelik, doğum, lohusalık, emzirme ve bebek bakım süreçleri — yani toplumun “annelik” üzerinden kadını yeniden şekillendirmeye çalıştığı alanlar — bu tahakkümün en yoğun yaşandığı dönemler.

Bugün hâlâ kadın bedeni üzerindeki tahakküm; hamilelikten doğuma, emzirmeden anneliğe kadar birçok alanda kendini gösteriyor.

Ama artık kadınlar bu hikâyeyi başkalarının kaleminden okumayı değil, kendi elleriyle yazmayı tercih ediyor.


Hamilelik: Göbeğim Var Diye Kimseye Ait Değilim

Hamilelik birçok kadın için bir mucize, bir yeniden doğuş, bir içe dönüş süreci olabilir. Ancak bu dönemin kadınların elinden alınması çok erken; hamile kaldığınızı söylediğiniz anda ve adeta  bedeniniz hakkında bir açık oturum ile başlıyor.

“Çok yeme, bebek iri olur.”
“Az yeme, süt yetmez.”
“Yürümelisin ama çok değil.”
“Doğal doğur ama epidural de düşün.”

Kimi zaman tıbbi, kimi zaman geleneksel, kimi zaman da sosyal medya kaynaklı bu “uzman görüşleri” kadınları kendilerinden uzaklaştırır. Artık yalnızca bedeniniz değil, tüm kararlarınız da ortak kullanım alanıdır. Göbeğinize dokunmak için izin istemeyen eller gibi, ne yapacağınızı yönlendiren sesler de çoğalır.

Bu noktada bedenin üzerinde dolaşan tahakküm, kadınların “kendi hamileliğini yaşayamaması”na neden olur. Çünkü karar verme gücü elinden alınır. Onun yerine sürekli “uygun” olanı seçmesi beklenir. Oysa uygunluk dışarıdan değil, içeriden tanımlanmalıdır.

Ve işte bu yüzden artık birçok kadın, kendi sürecine sahip çıkıyor. Doğuma hazırlık kurslarına katılıyor, bilgiyle donanıyor, kime ne zaman “hayır” diyeceğini biliyor. Çünkü güç, her zaman haykırmakla değil, sessizce sınır koyabilmekle de ilgilidir.


Doğum: Normal Doğum Diye Bir Şey Yoktur

Doğum denince toplumun kafasında hâlâ tek bir “doğru” var: normal doğum. Ama buradaki “normal” tanımı bile başlı başına sorunlu.

Normal doğum diye bir şey yoktur. Vajinal doğum vardır. Sezaryen doğum vardır. Ve ‘normal’in ne olduğuna yalnızca kadın karar verir.

Kadınlar doğum anında çoğu zaman pasif bir figüre dönüşür. Pozisyon seçemez, süreç hakkında bilgi alamaz, hatta rızası sorulmadan müdahaleye maruz kalır. Tıbbi prosedürler hızla ilerlerken kadının duygusal ihtiyaçları yok sayılır.

Ama doğum, sadece bir medikal olay değil, aynı zamanda kadının içsel gücüyle temasa geçtiği çok özel bir andır. Kadın kendini güvende hissettiğinde, ona güvenildiğinde ve bedenine kulak verildiğinde doğum bambaşka bir deneyime dönüşür.

Bugün birçok kadın bu deneyimi kendi eline alıyor. Doğum planları yapılıyor, destekçili doğum tercih ediliyor, doula desteği alınıyor. Artık doğurmak, sadece bir eylem değil, bir varoluş haline geliyor. Ve kadınlar doğurtulmuyor — doğuruyor.


Lohusalık: Göz Aydınlığına Gizlenen Yorgunluk

Doğumun hemen ardından başlayan lohusalık dönemi, kadınların en yalnız bırakıldığı zamanlardan biri. Bebek doğar doğmaz ilgi onun üzerindedir. “Burnu babasına mı benziyor?” soruları yağarken, anne neredeyse görünmez hale gelir.

Kadının ruh hali ise çoğu zaman ikinci plandadır. Hormonlar altüst, beden hâlâ yorgun, zihni ise “iyi anne olma” baskısıyla kuşatılmış durumdadır. Ama dışarıya yansıması beklenen şey sadece gülümseme ve şükürdür. Çünkü “annelik kutsaldır”, öyle değil mi?

Ama bu kutsallığın altına sıkışan kadın, ağlamaktan utanır, yalnız olduğunu söylemekten çekinir. Çünkü hâlâ annelik güçlü olmayı gerektirir sanılır. Oysa güç bazen “dayanamıyorum” diyebilmektir.

Neyse ki artık bu sessizlik kırılıyor. Kadınlar lohusalıkla ilgili gerçek deneyimlerini anlatıyor. Filtrelenmemiş, acısıyla, neşesiyle, çelişkileriyle gerçek hikâyeler ortaya çıkıyor. Ve her anlatı bir diğer kadının yükünü hafifletiyor.


Emzirme: Sadece Süt Değil, Bir Karar Hakkı

Emzirme çoğu zaman dışarıdan sadece biyolojik bir süreç gibi görünür. Oysa içinde onlarca duygu, beklenti ve baskı taşır. “Anne sütü en iyisidir” cümlesi, bilgi verirken baskı da yaratır. Çünkü bu cümleyle kadına hep “yetersiz kalırsan kötü annesin” mesajı da verilir.

Süt gelmediğinde panik başlar. Mama verince suçluluk gelir. Emzirirken yorulursa bencillik, pes ederse zayıflık… Yani her halükârda kadının duyguları değil, performansı konuşulur.

Bir de kamusal alanda emzirme baskısı vardır. Toplum, kadının memesini hâlâ yalnızca cinsellik veya annelik üzerinden tanımlar. Oysa meme, kadının bedeninin bir parçasıdır. Onun ne zaman, nasıl, nerede kullanılacağına yalnızca kadın karar verir.

Artık kadınlar bu alanda da yalnız değil. Emzirme danışmanları, destek grupları, sosyal medya üzerinden paylaşılan deneyimler sayesinde kadınlar kendi yollarını buluyor. Kimseye hesap vermek zorunda kalmadan. Çünkü emzirmek bir seçimdir. Anne olmak ise bir tek doğruyla tanımlanamayacak kadar çok seslidir.


Bebek Bakımı: Kadının Eriyip Gitmesi Değil, Güçlenmesi

Bebek doğduktan sonra kadının tüm kimlikleri “anne” etiketine indirgenir. Sanatçılığı, iş hayatı, bireyselliği, arzuları, planları… her şey bir kenara çekilir. Artık esas mesele bebeğin kilosu, uykusu, kaka düzenidir.

Kendi ihtiyaçlarını dile getiren kadın hemen yargılanır. “Kendine mi bakacaksın, çocuğun var.” “Gezmeye mi gidiyorsun, daha küçük o.” Bu cümleler, kadının kendini var etme çabasını suçlulukla bastırır.

Ama iyi annelik, kendini yok etmek değildir. Hatta tam tersine: kendine bakan kadın, çocuğuna da daha sağlıklı bir rehber olur. Dinlenmek, terapiye gitmek, arkadaşlarıyla görüşmek, işe dönmek… bunların hiçbiri anneliği eksiltmez. Aksine güçlendirir.

Kadınlar artık “sadece anne” olmayı reddediyor. Annelik dışında da kimlikleri olduğunu, ihtiyaçlarının da öncelikli olabileceğini yüksek sesle söylüyorlar. Ve bu hem onlar hem çocukları için yeni bir yaşam biçimi yaratıyor.


Son Söz: Bedenimiz Bizimdir. Nokta.

Kadın bedenine yönelik tahakkümün şekil değiştirmiş ama hiç kaybolmamış hâllerini binlerce yıldır gördük. Bazen “iyi niyetli tavsiye”, bazen “medikal gereklilik”, bazen “toplumsal kural” adı altında gelen baskılar, kadını bedeninden uzaklaştırıyor.

Ama artık bu böyle gitmiyor. Kadınlar konuşuyor. Hikâyelerini paylaşıyor. Sınırlarını çiziyor. Birbirine el veriyor. Ve her “ben de yaşadım” diyen kadın, başka bir kadının yalnızlığını hafifletiyor.

Hamilelikte, doğumda, lohusalıkta, emzirmede, annelikte…
Kadının hayatındaki tüm dönemeçlerde, karar da, kontrol de, beden de ona aittir.

Bedenimiz bizimdir. Nokta.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2025 Maslolab. All rights reserved.